Komünizm kelimesi (Londra konferansı için
notlar, Mart 2009)
Jean-Luc Nancy
Kavramdan önce kelime değil, kavram ve
tarihsel fâil olarak kelime.
“Komünizm”
kelimesinin garip bir öyküsü vardır. Kökenini ihtimamla araştırıp bulmak çok
zordur. Bununla birlikte “komünist” kelimesinin, ondördüncü yüzyılda “main morte (miras hukukuna tâbi olmayan)
kategorisine ait bir mülke müştereken sahip olan insanlar” anlamında
halihazırda kullanıldığına şüphe yoktur: Bir manastır keşişler cemaatine aittir
ve bu cemaat, bireylerden bağımsızdır. Görünen o ki, bu kelime aynı zamanda ve
hatta evvelinde, onikinci yüzyıldan itibaren cemaat yasasının bazı yönlerini
tavsif etmiştir ve burjuvanın başlangıcına filiz veren cemaat hareketiyle
ilişkilidir.
Daha
sonra, onsekizinci yüzyılda, kelime Victor d’Hupay de Fuveau’nun Fransız
Devriminden dört sene önce yazdığı bir metinde belirir. Tam da keşişler
cemaatinin yerini alması beklenen bir
müşterek yaşam projesini veya hayalini tavsif eder.
Örnek
olarak d’Hupay’dan bir alıntı:
“Ahlaki
ekonomik rejimin bu birlik (union) ve
topluluğu (communauté), her halükârda,
ancak küçük gruplar vasıtasıyla mümkün olabilir. Platon’un Devlet’inin ateşli destekleyicileri henüz kabul etmeseler de bu
sadece çeşitli kabiliyetlere mukabil elde edilmiş zenginlikleri birbirine karıştırmadan
gerçekleştirilebilir. Bu, aynı zamanda, her meslekten insanlar arasındaki
uhuvveti arttıracak, aynı vatandaş sınıflarında görülen tiksindirici ve herkesi
aynı ölçüde yıkan ve harap eden tüm boş ve dışsal ayrılıkları, çocukça
rekabetleri bitirecektir. Bizim iki Henri’nin de örnek aldıkları, Kral Idomenée
basit (simple) Somptüer Yasaları (Lois Somptuaires) ile bu meşum yarayı
iyileştirmişti. İlk Hıristiyanların yortuları da insanları barış ve dine mahsus
bu basitlik (simplicité) ruhunda bir
araya toplayarak aynı gayeye matuf bir vazife ifa ediyordu. Bugün artık
işlevini yitirmiş keşişlerin vakıflarına dair ne varsa bunların hepsinin yerine
getirilmesi önceleri Vatanın Babası (Père
de la Patrie) sıfatını hak etmek isteyen bir hükümdara düşerdi. Bu
manastırların doğruları, bugün yerlerine yenileri ikame edilmek suretiyle rafa
kaldırılıyorlar, işlevleri yeni modeller tarafından görülüyor. Manastırların
birçoğunun nüfusu günden güne eriyor ve şimdi artık kendileri için daha iyi bir
talih beklemekteler.”
d’Hupay, “komünizm veya topluluğu” [communauté] yönetim biçimlerinden biri
olarak sunan ilk kişi olduğu sanılan Restif de la Bretonne’un arkadaşıydı. de
la Bretonne, otobiyografisinde (“Monsieur Nicolas”) komünizmi, dokuz yönetim
çeşidinden bir olarak ele alır ve bunun sadece “sabahları birlikte çalışan ve
öğleden sonra birlikte oynayan” bazı Güney Amerika halkları için elverişli olduğunu yazar (bu
Marx’ın Alman İdeolojisi’nde
söylediklerinden çok da farklı değildir).
Kısa
bir süre sonra, Fransız Devrimi esnasında, (ve bu bilinen bir şeydir) ilk Commune insurectionnelle de Paris’ye
iştirak eden Gracchus Babeuf “communautariste” kelimesini, “Eşitlik” hakkındaki
fikirleri bağlamında ve “communauté nationale” ifadesinde birkaç kez dile
getirmiştir.
Kelimenin
açık kullanımlarının yanı sıra, başka isimlerin de aynı şeyi tavsif ettiğini
hatırlamalıyız. Örneğin onaltıncı yüzyılda, topraktan “ortak hazine” olarak
bahseden ve o zamanlar takriben “res publica” anlamına gelen Commonwealth adıyla kurulan ilk
Cumhuriyetle nihayete eren ilk İngiliz Devrimi zamanında yaşamış olan İngiliz
“Kazıcılar”ın[1] doktrininde.
Aslına
bakarsanız bu tarihsel veriler bize “komünizm”in ne kökenini ne de anlamını –ya
da, daha da iyisi, mânasını- verebilmektedir. Hiçbir tarih, hiçbir etimoloji
mâna gibi bir şeyi üretemez.
Ama
bu verilerden anlayabileceğimiz bir şey var: Bu kelimede, bu kelimenin icadında
ve onda muhtevi teşebbüs veya ihtiyaçta söz konusu olan bir şey var. Hâla
karşımızda duran, hâla keşfedilmeyi bekleyen veya hâlâ gelecek olan bir şey.
Komünizm – yine kelime. Mevcudiyet olarak, his
olarak, mâna (anlamdan fazlası) olarak kelime.
Bu kelime üzerine araştırmaların veya
şerhlerin bu kadar nadir olması bir dereceye kadar gariplik arz eder. Sanki her
zaman apaçık olduğu düşünülmüş… Evet, bir bakıma öyledir de – ama hangi
bakımdan apaçık olduğu biraz daha düşünülmeyi hak ediyor…
Tarih bizim bu kelimenin “kaderi”
diyebileceğimiz şeyi açıklamak için yeterli olmasa bile, olumlu olan bir şey
var: cemaat -koinonia, communitas– çok
büyük toplumsal dönüşümler ve/ya meseleler veyahut toplumsal düzenin yıkımı
zamanlarında açığa çıkmaktadır. Hıristiyanlık öncesinde, feodalizmin son
demlerinde veya sonradan, ilk sanayi devrimi zamanında durum budur. İlki, antik
dünyanın toplumsal ve kültürel yapısının bütünsel dönüşümü dönemidir – yani,
kendi antik dünyasını açmış olanın nihai başarısı: tarım kültürünün ve
teokrasinin yapısökümü. Böyle bir yapısöküm yapının altında veya içinde gizli
kalanı apaçık kılar veyahut öne çıkarır: insanların birlikteliğini (hiç
kuşkusuz, insanların diğer tüm canlılarla -hayvanlar, bitkiler, hatta yıldızlar
ve taşlar- birlikteliğini bile…). Yunan -Batılı- döneminden önce ve ondan sonra
zuhur edende, birliktelik ilk defa verili hale gelmiştir. Buna, böylesi bir
toplumun kendini bir holon, bir bütün
olarak anladığı varsayımıyla “bütüncül
toplum” diyoruz. Bizler bütünle parçaları –bütünden alınmış parçalar
olarak- veya birkaç bütünün birlikteliğini –yani, bireylerinkini- karşı karşıya
koyarız. İki temsilde de aynı soru açığa çıkar: Bir bütün verili olmadığında ve
muhtemelen hiçbir şekilde verili olmayacağında, birlikteliğe ne olur?
Böylece koinônia ya
da ona doğru hareket, cemaate doğru hareket diyelim, açığa çıkar. Gelir
veya belirir; belki de çağırdığı, adlandırdığı veya gösterdiği şey artık (veya
bundan sonra) verili olmadığından kendini kurar.
Şüphesiz ki, müşterek hayatın birçok önemli
özelliği veya temayülü –ya da daha kesin bir ifadeyle, müşterekte hayat-
insanoğlunun ilk örneğinde zaten veriliydi. İnsanoğlunun ilk örneklerinin bir
birey değil bir grup, birçoğunun bir araya gelişi olduğunu da aynı kesinlikle
söyleyebiliriz. Ve, bilebildiğimiz kadarıyla bu birliktelikte verili olan bir şey var – bu bütünün, bütünlüğün bir cihetiyle birlikte veya
onun aracılığıyla verilidir (ve bunun totalitarizm
adı verilen şeyle hiçbir alakası yoktur).
Eğer birliktelik bu cihetten yoksun biçimde
veriliyse, eğer toplum olarak
veriliyse –aile, kabile, aşiret gibi bir entegrasyonun yerine gelen bir ilişkilenme-
bizatihi ilişkilenme, kendi imkânı ve tutarlılığı üzerine bir sorgulamaya yol
açar: Onu istemeyenleri hatta onu reddedenleri ilişkilendirmek nasıl olanaklı
hale gelebilir? Öyleyse toplum, üyelerinin –socii-
kabul etmek ve meşrulaştırmak zorunda olduğudur. Buna karşın communitas veya communio kendi mevcudiyetiyle ve hatta üyelerinin varoluşlarıyla
kendini meşrulaştıran fikir olarak icat olunmuştur.
Komünizm, birlikteliktir –Mitsein, birlikte-olmak–
bireylerin mevcudiyetine, yani varoluşsal anlamda özlerine ait olmak anlamında birlikteliktir. Toplum -zaruri
olsa dahi- nihai tahlilde özünde ayrık olan bireylerin esas olmayan bağı
anlamındadır.
(Sosyalizm kelimesinin ne genel ne de Marx’ın metninde geçtiği haliyle çözümlemesine girmeyeceğim. Bildiğimiz gibi, birçok tarihi neden ve keza –ben buna inanıyorum- kelimenin (imgenin, sembolün) anlamının gücü ve derinliği de hesaba katılırsa, komünizm tek başına bir siyasi tercihten, bir siyasi çizgiden, bir partiden daha fazla güce sahip oldu ve onu muhafaza etti.)
Benim için asıl mesele bu: komünizm bir siyasi anlamdan daha fazlasını ve ondan başka bir şeyi
ifade eder. Mülkiyet hakkında bir şey söyler. Mülkiyet sadece metalara sahip
olmak değildir. Mülkiyet tam da sahip olmaya dair herhangi bir hukuki varsayımın
ötesindedir (ve/veya berisindedir). Komünizm herhangi türden bir sahip oluşu, tam
da bir özneye sahip oluş yapan şey, yani basbayağı öznenin bir ifadesi yapan
şeydir. Mülkiyet benim iyeliğimde değildir:
bendir.
Ama ben
hiçbir zaman yalnız var olmaz. Özü itibariyle varolan başka varlıklar ile varolur. İle, harici bir bağ değildir, bir bağ dahi değildir: birlikteliktir – ilişki, paylaşma,
mübadele, aracılık, dolayım ve dolayımsızlık, anlam ve duygu.
İle’nin kolektif
adı verilen şeyle hiçbir alakası yoktur. Kolektiflik bir araya gelmiş insanlar
demektir: herhangi bir yerden, kolektifin veyahut derlemenin hiçbir-yerine (nowhere) getirilmiş insanlar demektir. Kolektifin ko-’su [co-] komünizminkiyle
aynı değildir. Bu sadece bir etimoloji meselesi değildir (munire’ye karşı ligare). Bu bir ontoloji meselesidir:
kolektivizmin ko-’su, “partes extra partes”in parçaları veya
tarafları arasında hiçbir bağıntı belirtmez, yalnızca harici bir
“yanyanalık”tır.
Komünizm’in ko-’su
başkadır. O, Heidegger’in Mitsein’ın mit’i için kullandığı anlamda, kategorik değil varoluşsal ile’dir (mit, ko-). Kategorik ile, aşağı yukarı Kantçı bir tarzla, sadece formeldir ve ile ile ile-olmayanın (without)
farkını koyar (burada benimle birliktesin, lakin burada bensiz de olabilirdin;
bu ne senin burada oluşunu ne de senin sen, benim de ben oluşumu aksatır).
Varoluşsal ile, ne senin ne de benim,
birlikte veya ayrıyken aynı olduğumuzu belirtir. Varoluşsal ile, tam da bizim inşamıza veya
fıtratımıza ya da dilerseniz, varlığımıza
ait olduğunu söyler. Ve bundan daha fazlası vardır onda: sadece bu durumda bir
“biz”den bahsedilebilir – ya da daha iyisi: Sadece bu durumda bir biz’den bahsedilmesi mümkün olabilir. Ve
hatta daha iyisi: Eğer biz sadece ve
her seferinde bir söz edimi
olabiliyorsa, o zaman sadece varoluşsal anlamda söz konusu olan bir biz onun anlamını (significance) icra edebilir (bu anlamın ne olduğu sorusu bir başka
mesele: şimdilik sadece bunun bir bağıntı ifade ettiğini, yalnızca bir
yan-yanalık olmadığını belirteyim).
(Bir parantez
daha – beni bağışlayın! Mutlak bir “salt yan-yanalık” olduğundan emin olunamaz.
Yan-yanalık bir bağıntıda her zaman için verilidir. Bu noktayı daha sonra da
tartışabiliriz.)
Buraya kadar kullandığım muhtelif
iddiaları bir araya getirerek diyebilirim ki: komünizm, ontolojik
birlikte-olmak olan varoluşun söz edimidir. Bu söz edimi müşterekin
ontolojik hakikatini, yani ilişkiyi (nihai anlamda manayı) talep eder.
(Daha sonra
ya da başka bir yerde mana ve ilişki özdeşliğine –bunun yanı sıra, hakikat ve
varoluşsal ko- [co-,
birlikte] özdeşliğine de- gelebilirim. )
İlaveten: müşterekin hakikati mülkiyettir.
Mülkiyet sadece sahip olma ya da aidiyet anlamına gelmez. Aksine, sahip olma
veya aidiyetin sahiden anlaşılır ve belirlenebilir olması ancak mülkiyetin
anlaşılmasıyla mümkün olur.
Marx “bireysel mülkiyet” adını verdiği ve hem
“özel mülkiyet”ten hem de “kolektif mülkiyet”ten ayırdığı bir mülkiyet türü
için imkân oluşturmaya çalıştı. Hem “özel” hem de “kolektif” sadece hukuk
alanına ve kategorisine göndermede bulunur. Yasa sadece resmi ve harici bağları
tanır. Bireysel mülkiyet, münasip özneye (ona “kişi” de diyebiliriz,
Marx’ın pasajda kullandığı “birey” kelimesini de kullanabiliriz) münasip olan
mülkiyet anlamındadır.
Özne “münasiplik”
diyebileceğimiz şeyin kapasitesi demektir: Bir şeye sahip olmakla alakası
olmayan (ve şeylerle, nesnelerle dahi imkanlı olan) bir bağıntıya girme veya
bir bağa, bir münasebete, bir iletişime eklemlenme. Kendime görev edindiğim ve
bunun yanı sıra iletişimde bulunduğum sürece ben münasibim, yani kelimenin de aşikâr ettiği gibi; ben müşterekteyim
[common] (İngilizcede müşterek mekân
veya cemaat mekânı için kullanılabilecek bir isim); ben ondan, onun tarafından,
onun için meydana geldim. Freud bunu anlamanın en iyi yolunu sunar: Onun da dediği
gibi, ben veya ego dünyanın öteki varlığının bütünlüğü olan geniş O’nun yüzeyinde
beliren, küçük bir plaka, neredeyse bir noktadır. Yalnızlıkta dahi, “ben”le
birlikte veya “ben” olan yeni bir tekil hassasiyet noktası kazanan dünyanın bütününden
meydana gelirim.
Dolayısıyla komünizm, öznelerin tüm
tekilliklerinin yani, bir araya gelerek oluşturdukları ağ bir dünya (mananın
imkanı) meydana getiren tüm istisnaların, tüm olağandışı noktaların ortak şartı
anlamına gelir. Siyasi olana ait değildir. Her tür siyasetten önce gelir.
Siyasete mutlak bir gereksinim veren şeydir: Müşterekin kendisine – ne özele ne de kolektife, ne ayrışmaya ne de bütünlüğe- müşterek uzamı açma gereksinimi.
Lakin bunu yaparken, müşterekin herhangi siyasi edinimde bulunmasına, ondan
herhangi bir öz devşirilmesine izin vermez. Komünizm
siyaseti etkinleştirme ve sınırlama
ilkesidir.
Burada tarihsel veya sözde, -oldukça tuhaf biçimde
adlandırılan- gerçek komünizm sorusuna girmek istemiyorum. Komünizm hâlâ
bir ideolojiye dönüşme riskine açıktır ve sonundaki -izm'den kurtulmalıdır.
Kelime komün'dür, -izm hariç. Komün dahi değil – common
(ortak, müşterek), kommune: herhangi form, yapı, temsil olarak
alınabilecek hiçbir şey, sadece –com[2]. Latince ilgeç [preposition] cum’ın, evrensel ilgeç [konum-öncesi / pre-position]
olarak, herhangi bir varoluşun varsayımı [presupposition]
olarak kabulü.
Bu siyaset değil, metafiziktir, veyahut isterseniz ontolojidir: olmak, cum
(birlikte) olmaktır. (Bunu yazdığım esnada, Madrid'de bir plaza'da şarkılar söyleyen futbol aficionados'larıyla çevrili etrafım: Burada ortaklaşa olana dair
sembollerin, problemlerin, duyguların oluşturduğu bir çokluk mevcut). Ama siyasete
de şu soruyu yöneltir: Birlikteliğe (cum), ortak olana (common) ulaşmayı hedefleyerek değil de,
sadece gelip şansını denemesine, anlam ifade etme olanağını –eğer, önermek
istediğim üzere, herhangi bir mâna kaçınılmaz olarak hiss-i müşterekse [common sense] veya kelimenin sıradan
anlamıyla “sağduyu” [“common sense”] değilse de, iletişimden, paylaşmadan,
değiştokuştan herhangi bir mâna elde edildiği anlamına geliyorsa- araştırmasına
izin vermek umuduyla toplumu, yasayı, idareyi düşünmek nasıl olacak? Ancak söz
konusu olan, mülklerin [possession]
değil, hususiyetlerin [property] değiştokuşu: hususiyetlerimin taahhütleriyle
bana has olması; bazen buna “aşk”, “arkadaşlık”, bazen “sadakat”, bazen
“haysiyet”, bazen “sanat”, bazen “düşünce”, hatta bazen “yaşam” ve “yaşamın
manası” adı verilir – tüm bu adlarda, sadece ve sadece müşterek olana bağlanma
vardır.
***
Eğer komünizm bir
mülkiyet meselesi ise –ne kolektif ne de özel mülkiyet meselesi; bireysel mülkiyet
olduğu kadar müşterek mülkiyet meselesiyle- bir çifte soruya yol açar:
1) Hem “bireysel”
hem de “müşterek” olmak ne anlama gelir? “Müşterekliğin bireyselliği”nden ve “bireyliğin
cemaati”nden ne anlamalıyız?
2) Zenginliği ve
fakirliği müşterek-bireysel mülkiyet alanında nasıl ele alacağız?
İlk soruya yanıt olarak, “bireysel-müşterek”ten
başka içerimleri olan, tekil-çoğul
açısından ele alınmalı demek istiyorum. Bu konuya burada girmeyeceğim
(halihazırda bunun üzerine yazdığım metinler mevcut), ama en azından tekil-çoğul’un “bireysel-müşterek”te mevcut
olabilecek çift tözsellik riskini bertaraf ettiğini belirtmeliyim.
İkinci Soru. Fakirlik ve zenginlik hakkındaki
soru, sunuluşu itibarıyla apaçık: zenginlik müşterek
hayatın gerektirdiğinden fazlasına, fakirlik ise daha azına sahip olmaktır. İlk
komün(ist) emrin adalet emri olduğu açıktır: müştereğe, müşterek hayatın
ihtiyacı olanı vermek. Bu ihtiyaç aynı zamanda basit, aşikâr (bir bakıma insan
haklarında –ama yine de bu başka açılardan da tartışılabilir- muhtevidir) – ve
yine de müphemdir: ihtiyaçtan arzuya veya dileğe giden yolda ne basitçe ne de
açıkça bir fark vardır.
O halde farklı bir şekilde düşünmek gerekli.
Sadece “ihtiyaçların” ve bunların “tatmininin” ilk adımlarını atmakla kalmamalı
(elbette temel veya asgari tatmin seviyesini mutlaka göz önünde
bulundurmalıyız), bunun yanı sıra her ihtiyaçta ebediyetin de muhtevi olduğunu ve
ebediyetin tam da onun özü olduğunu dikkate almalıyız. İhtiyaç (ekmek, su veya
mekân gibi) bir şeyi ele geçirmek için dürtü olarak, lakin bir şey olmayana,
belki de ebediyetten başka hiçbir şey olana doğru hareket olarak ele
alınmalıdır.
Bu noktada –tekrar…-
kapitalizme yaklaştık: yani, (hepsi, tam da onları biriktirme imkanı veren, adı
para olan şeyle –paranın kendisi para kazanmanın
sonsuz süreci olarak alınır- ölçüldüğünde eşdeğer olan) şeylerin sonsuz
birikimi olarak anlaşılan şeye. Kapitalizm ebediyet yerine sonsuzluktur, veya kapitalin kendisinin sonsuz üretimi
olarak ebediyettir.
Bu, tabiri
caizse, medeniyetin bir tercihi olmuştur. Bir noktada (bu nokta birkaç yüzyıla
genişletilmiş olsa da) Batı medeniyeti sonsuzluğu seçti. Bu, her mevcudiyette mutlak
verili olan olarak ebediyetin, biriktirme yolundaki sonsuz süreç olarak
ebediyete dönüştüğü noktadır.
Bu, tabii ki, zenginlikteki bir değişimle ilişkilidir.
Pazarın denetimi ve düzenlenmesi yeterli değil. Sorun sadece üretim-tüketim
sisteminin idaresi değil. Mesele, zenginliğin anlamı. Zenginlik ve fakirlik iki
oldukça farklı kullanıma ve anlama sahip olabilir. Biri, deyim yerindeyse, biriktirmeye
karşı eksiltme [accumulation vs
disaccumulation] veya zenginleşmeye karşı fakirleşme. Diğerini de, ihtişama
karşı tevazu olarak adlandıracağım (“Mütevazı”, bir erdemi imlerken, fakirleri
imler oldu).
Muhtemelen, ihtişam ve tevazu, zenginlik ve
fakirlik olarak dahi adlandırılamaz. Bunlar birbirleriyle artıyla eksi gibi
ilişkilenmezler; daha çok, bir rahibin sade ve basit cübbesiyle altın bir mihrabın
karşısına geçişi gibidir denilebilir. Ya da benim Beethoven’ın kuartetlerini
dinlemem gibi.
Muhtemelen münasip adı tapınma
veya kulluk olan, bir tür ibadetin
yanı sıra bir tür aşkı da isimlendiren bu ilişki hiçbir zaman bu haliyle
toplumda vuku bulmadı veya zaten zenginlik ve fakirlik karşıtlığına karışmış
veya ona dönüşmüş olarak vardı. Bununla beraber, esasen fakir/zengin ikilisinin ta kendisi ve bunun hem felsefi ve hem de
ahlaki ve dini bir tema veya başlık haline gelmesi tam da kapitalizm öncesinde
–antik çağlarda, Platon’la (ve para kazanan Sofistlerin eleştirisiyle) Mesih (ve
zenginliği şiddetle reddedişi) arasında- gerçekleşmiştir. Bu çağ zenginliğin eleştirildiği,
bir zafer olarak düşünülmediği ilk ve belki bir manada da son dönemdir. Bu
dönemde zenginlik, aksine eşi olmayan (par
excellence) sahte görkem olarak düşünüldü.
Kendi değerinin, esas değerinin sahte olduğunu
düşünen şizofren bir medeniyet bizimki.
Mülk meselesi, “münasip” insana ait,
münasip mülk meselesidir: yani, münasip “zenginliğe” (veya “ihtişam” – veya,
bir bakıma aynısı olan, münasip “mâna”) dairdir. Böyle bir münasip mülk sadece müşterek olabilir. Özel olarak hiçbir mâna arzetmez (tek bir kişi için anlamlı olan,
hiçbir surette anlamlı değildir); kolektif
olarak da aynı etkiyi yapar çünkü kolektif tek -mekanik- birliktir, müştereğin
çoğulluğu değil.
Müşterek varlığın
haslığı [properness] için uygun
kelimedir, eğer varolmak ontolojik olarak “müştereken” var olmak [in common] anlamına geliyorsa.
İngilizceden çeviren: Selim
Karlıtekin
No comments:
Post a Comment