Saturday, January 28, 2012

Jan Patočka'dan ''Heidegger''

Jan Patočka'cıların bir web sitesi vardı, oradan almanca ve ingilizce çevirileriyle (ingilizceye Edward Findlay, almancaya Ludger Hagedorn çevirmiş) karşılaştırarak çevirmiştim bunu da. amme hizmeti.

bence Patocka'nın önemi, zaten metni okursanız göreceksiniz, Heidegger'in ontolojik fark tartışmasında ontiğe farksızlaşmasına parmak basması. Ereignis'le (tetabuk diye çevirsek ha?) zıpırdıkça Varlık'la ve Batı'yla daha da sağcı bir ilişkiye (ilişki demişken gerçekten Zizek'nin haydonun füg okumasına yaptığı okumaya bakıla) girdi. Antropolojiye gelin canlar!

şaka maka abinin beden ve ev üzerine yazdığı yazılar da üşüyoruz.





HEIDEGGER
Jan Patocka

Heidegger basitçe bir akademisyen düşünür değildir. Bir kriz düşünürüdür, içinde yaşadığımız krizin, Avrupa batış devrinin düşünürü, felaket çağında bir kesif düşünür. Zannımca, bahsettiği “hakikatle asli ilişki” [ursprüngliche Bezug zur Wahrheit] Avrupa’nın ve genel olarak tarihin temelindeydi. Tarih esasen Avrupa tarihidir. Dünyanın tüm diğer kültürleri ve bölgelerinin tarihi ikincildir. Bunu anlamak, ve bunun [iddianın] tasvirini teşebbüse girişmek de, zaruridir.
Zannımca Avrupa gelişiminin en genç evresi büyük bir ölçüde hala, insanın özünün iyileşmesinin sarsılmaz yasaları olduğu bir tarih telakkisince tanımlanmaya devam ediyor. İnsanı teknolojiye tabi ve bunun sonucu olarak dünyaya hakim bir özne olarak anlayanların tefekkürleri dahi tarihin bu resmi söz konusu olduğunda tâlidir. Bu resmin şeceresi bellidir: Alman idealizminden; onun, ezeliliği, ruhun kendine varışı olarak anlayışından kaynaklanr. Şimdiki zaman, çoğu vakit bunun farkına varmadan, kendini 170 yıl kadar önce açığa çıkarmış, varlığa dair bu tavıra dayanır.
Heideggerci felsefe onu anlamaya çalışanlar için gayri-akademiktir çünkü onlara, açıkladıklarına göre orada varlıkla yeni bir ilişkinin devri ve hatta tarihin yeni bir devri açığa çıkar. Ve bugün doğmakta olan tarihin teolojik bir metafiziği [theologische Geschichtsmetaphysik] değil, sonluluğu aşılamak için ilk derin-kavrayan radikal teşebbüs.
Sonluluk kanımca erken ve hatta geç Heideggerci felsefe için kılavuz mevzudur.
Husserlci fenomenoloji tinin ezeliliğini yeni bir yolla temellendirmeye çalışır: tarihin bir diyalektiğinde değil, düşünümsel bir bakış zemininden, tamamiyle hususi bir aşkınsal ampirizm. Bu teşebbüs göstermiştir ki felsefe, yabancısı olduğu bu devirde, kendini meşrulaştırmayı idare eden olarak bize vechesini yöneltir: formel epistemolojiden “şeylerin kendisi”ne.
Bununla birlikte Husserl fenomolojik indirgemenin yardımıyla, hakiki, felsefi anlamda fenomenin; sayesinde dünyaya olan inancın askıya alınmasının –“doğal tutumun genel tezi”nin askıya alınması- gerçekleşimini imkanlı kılan aşkınsal öznelliğe, göreli olduğunu gösterme teşebbüsünde bulundu.
Heidegger’in bakış açısı bana, bir hayli spekülatif olan indirgeme düşüncesine verilmiş tek radikal cevap gibi geliyor. Kanımca Heideggerci temel ontolojinin manası, fenomonolojik yöntemle, Husserl’in anladığı şekliyle aşkınsal fenomonolojinin imkansız olduğunu göstermesinde yatar. “Dünyaya dair inanç” bir inanç değildir, genel bir tez, tez değildir, “zihinsel bakımdan” askıya alınabilecek  bir eylem değildir (kesinlikle tematik-olmayan, ama gene de bir inanç eylemi). Esasında, temel bir şey olabilecek herhangi bir “eylem” hakkında değil; sadece öznenin eylemlerinden biri, esas itibariyle yenisiyle değiştirilebilir bir şey.
Husserl’e göre, epoché’den sonra dahi, bir ilgilenme eylemi bir ilgilenme eylemi olarak kalır. Tam da bu Heidegger’e göre mutlak anlamda imkansızdır. Fenomenoloji, sonluluğun fenomenolojisidir; ya da fenomenoloji yoktur.
Bu çok basit ve temel bir fenomenden ileri gelir — Dasein’ın “olgusallığı” fenomenine karşı. Eğer bu olgusallığı göz önünde bulundurursak aynı zamanda Dasein’ın yapısının dinamiklerini de açığa çıkartmış oluruz; bir “dağıtım”ın, bir “plan”ın ve dolayısıyla dünyanın tüm gelişmiş yapılarının dayandığı atılmışlığın “fırlatmak” veya “atmak“ı.
Heidegger’in bakış açısı şunun gibi olabilir: varlığın anlayışı, dünyayı segileyen anlayış, bir “inanç” veya bir “tez” değildir, varlığın mevcut olduğu durumdur. “Uyanık yaşam”ımızdan dolayı, genel ve tematik olmayan bir inanç eylemine dayanarak bir inanç eylemini icra etmeyiz — dünyada da olmak tam da bizim varoluşumuzdur. Bu olmadan hiç kimseyizdir, varolmayız. Husserl’in spekülatif indirgeme teşebbüsünde dünyanın fiili karakteri açığa çıkmaz — çünkü dünyayla ilişkimiz bir inanç eylemine, genel bir teze dayanmaz: Husserl’in teşebbüsü sadece bilincin idealist karakterini ve onun “eylem” kuramını açığa çıkarır.
Dasein’ın varlığının yolunda “olgusallık”, “hiçlik”ten ayrı tutulamaz. Olgusallık ve “fırlatmak” elele gider. Dasein’ın olgusallığı, aynı zamanda varlığa da isnat eden, “arkasında” olan ve dış dünyanın tüm ilave “kanıt”ını gereksiz kılan, sona-ererliğinin ifşaatidir. Bu manada Heidegger’in felsefesi Alman idealizminden bir uzaklaşma ve Kantçı bakış açısında bir derinleşmedir. Bu yoğunlaşma Kantçı konumun tamamlanmamışlığı ve dogmatizmini gösterir — bu esnada Heidegger’in fenomenolojik-ontolojik perspektifi kendinde ve kendisi için tamamlanmıştır.
Diğer taraftan Heidegger’in felsefesinin kendisini, temel ontoloji olarak yorumlanmış aşkınsal felsefe vasıtasıyla, çok karmaşık bir aşma teşebbüsü olduğu da söylenebilir. Sadece ve sadece anlaşıldığı ölçüde varlığın ‘var’olduğu tecrübesine rağmen, bu anlayış varlığın zemini olarak, kısmi zemini olarak bile tasarlanmaz, aksine: varlık, aşılamaz ilksel hakikat, açıklık, varlığın anlaşılması için esas alınır. Böyle olabilir, fakat bu durumda ilk kez özerk felsefi bir iş olarak insanın özsel tayin edilişinin  açıklığa kavuşturulmasına ulaşılması zorunlu olacaktır. Bana öyle geliyor ki tam da bu yüzden Merleau-Ponty, Ricoeur, De Waehlens ve öteki fenomologlar Heideggerci perspektifle iktifa edemediler. Heidegger’in felsefesinin tam da bu noktada, beden ve toplum sorununyla ilişkisinde kafaları karıştırdığı açıktır. Heidegger’de bunların hepsinde gönülsüzce yazılmıştır ve aslında metafiziğin terk edilişinin felaketiyle bağlantılıdır.
Heidegger erken dönem felsefesindeki öteki hususları da geliştirmedi. Örneğin, bariz bir şekilde çok önemli olan, sorumluluğun ‘‘olgusallık’’ fenomeni temelinde yorumlanması teşebbüsü. Heideggerci felsefe sorumluluğu ontolojikleştirir ve, ipso facto, etik ve ontoloji arasındaki modern farklılaştırmayı bertaraf eder. Bu ayrım çok kafalar karıştırdı, büyük ölçüde modern yanlış ahlakçılığa yol açtı ve bu Nietzsche’ci ahlaka saldırının da sebeplerinden biridir. Sorumluluk bir tür varlıkla ilişki değil, kendinde Dasein’ın ontolojik bir özelliğidir. En önemli şeydir. Heidegger burada kısmen, otantik anlaşılmış bir Aristo’nun adımlarını takip editor. Bununla birlikte, eğer özel olarak ‘‘kişidışılık’’a (das Man) ve bu perspektiften Dasein’ın tümüne – ölümün beklenimi, vs olarak- uygulanacaksa, otantik olmayış çok dar ve hatta, belki de kendi bağlamından kopuk ele alınmamış mı?
Bir noktaya daha değinelim: bütün metafiziklerin Heideggerci reddini, -Vorträge und Aufsätze’de özetlenmiş olan- Heidegger’in “dörtlü” (das Geviert) olarak dünya kavrayışıyla hangi yolla bağdaşatırabiliriz? Bana kalırsa, yeni perspektifler açmada son derece anlamlı olan Heidegger’in felsefesi gerçekleşiminden ziyade bir programdır. O kullanılmamış ham bir hamurdur çünkü yaşadığımız çağda felsefe hiç de arzulanır değildir (biz gözlerimizi Avrupa’nın batışına kapatırken, arzu edilemezdir).
Denilebilir ki Heidegger’in felsefesi Husserl’inkinin tam tersi bir hastalığın pençesinde. Husserl’in felsefesi ontolojik yuvarın idrakinden yoksundu, lakin savaş sonrası dönemde psikologlar, sosyologlar ve birçoklarında büyük merak uyandıran ontik fenomenler çokluğunu çözümleme yeteneğine sahipti. Heidegger’in felsefesi ontolojik alanı yeni baştan tefrik eder ama yolunu gerisin geriye antropolojiye götüremez.
Kanaatimce, istesek de istemesek de varlığın sonluluğuna ve Dasein’a patikaların açılmasıyla, Heidegger’in felsefesinin açığı pespektif bizi belirliyor. Tefekkürümün başlangıcına dönüyorum. Doğu da olduğu gibi, Batıda da tedavüle girmiş, tarihle hususi bir ilişki aynı kaynağa işaret ediyor.  İnsanlar tüm mümkün kitlesel baskı ve aşağılama türlerinden geçtiler ve yenilerine yönelmiş durumdalar. Ve insanlar, şeffaf içsel zorunluluğu içinde tarihin nükseden adımının bu zaruri ‘‘kurban ediş’’e vardığına dair mutlu inançlarından dolayı tüm sorumluluktan muaf olduklarını düşünüyorlar. Eğer unutulmuş bir köşede birisi hala tanrıyı bekliyorsa, ya da tarih özellikle insan için kavranıyorsa, ki bunda insanlar kendilerini tarihin mantığının taşıyıcıları, yapılarının ifadesi yapacaklardır ve kendilerini çok yukarılara yükseltirken alçaltacaklar – tüm bunların hiçbir anlamı yok. Bununla birlikte hayatımızın motiflerinin her durumunda tarafımızdan icat edilmemiş anlar, düşünceler vardır, ve tam da buradan güçlerini devşirirler.
Varlığın (ve tarihin) anlamına dair olan tüm bu şeylerle yüzyüze tahkikatte bulunmak ve aynı anda varlığın ve Dasein’ın sonluluğunu hatıra getirmek– bu fevkalade bir şey.

çev. Selim Karlıtekin


No comments:

Post a Comment