bence Patocka'nın önemi, zaten metni okursanız göreceksiniz, Heidegger'in ontolojik fark tartışmasında ontiğe farksızlaşmasına parmak basması. Ereignis'le (tetabuk diye çevirsek ha?) zıpırdıkça Varlık'la ve Batı'yla daha da sağcı bir ilişkiye (ilişki demişken gerçekten Zizek'nin haydonun füg okumasına yaptığı okumaya bakıla) girdi. Antropolojiye gelin canlar!
şaka maka abinin beden ve ev üzerine yazdığı yazılar da üşüyoruz.
HEIDEGGER
Jan
Patocka
Heidegger
basitçe bir akademisyen düşünür değildir. Bir kriz düşünürüdür, içinde
yaşadığımız krizin, Avrupa batış devrinin düşünürü, felaket çağında bir kesif
düşünür. Zannımca, bahsettiği “hakikatle asli ilişki” [ursprüngliche Bezug zur Wahrheit] Avrupa’nın ve genel olarak
tarihin temelindeydi. Tarih esasen Avrupa tarihidir. Dünyanın tüm diğer
kültürleri ve bölgelerinin tarihi ikincildir. Bunu anlamak, ve bunun [iddianın]
tasvirini teşebbüse girişmek de, zaruridir.
Zannımca
Avrupa gelişiminin en genç evresi büyük bir ölçüde hala, insanın özünün
iyileşmesinin sarsılmaz yasaları olduğu bir tarih telakkisince tanımlanmaya
devam ediyor. İnsanı teknolojiye tabi ve bunun sonucu olarak dünyaya hakim bir
özne olarak anlayanların tefekkürleri dahi tarihin bu resmi söz konusu
olduğunda tâlidir. Bu resmin şeceresi bellidir: Alman idealizminden; onun,
ezeliliği, ruhun kendine varışı olarak anlayışından kaynaklanr. Şimdiki zaman,
çoğu vakit bunun farkına varmadan, kendini 170 yıl kadar önce açığa çıkarmış,
varlığa dair bu tavıra dayanır.
Heideggerci
felsefe onu anlamaya çalışanlar için gayri-akademiktir çünkü onlara,
açıkladıklarına göre orada varlıkla yeni bir ilişkinin devri ve hatta tarihin
yeni bir devri açığa çıkar. Ve bugün doğmakta olan tarihin teolojik bir
metafiziği [theologische
Geschichtsmetaphysik] değil, sonluluğu aşılamak için ilk derin-kavrayan
radikal teşebbüs.
Sonluluk
kanımca erken ve hatta geç Heideggerci felsefe için kılavuz mevzudur.
Husserlci
fenomenoloji tinin ezeliliğini yeni bir yolla temellendirmeye çalışır: tarihin
bir diyalektiğinde değil, düşünümsel bir bakış zemininden, tamamiyle hususi bir
aşkınsal ampirizm. Bu teşebbüs göstermiştir ki felsefe, yabancısı olduğu bu
devirde, kendini meşrulaştırmayı idare eden olarak bize vechesini yöneltir:
formel epistemolojiden “şeylerin kendisi”ne.
Bununla
birlikte Husserl fenomolojik indirgemenin yardımıyla, hakiki, felsefi anlamda
fenomenin; sayesinde dünyaya olan inancın askıya alınmasının –“doğal tutumun
genel tezi”nin askıya alınması- gerçekleşimini imkanlı kılan aşkınsal
öznelliğe, göreli olduğunu gösterme teşebbüsünde bulundu.
Heidegger’in
bakış açısı bana, bir hayli spekülatif olan indirgeme düşüncesine verilmiş tek
radikal cevap gibi geliyor. Kanımca Heideggerci temel ontolojinin manası,
fenomonolojik yöntemle, Husserl’in anladığı şekliyle aşkınsal fenomonolojinin
imkansız olduğunu göstermesinde yatar. “Dünyaya dair inanç” bir inanç değildir,
genel bir tez, tez değildir, “zihinsel bakımdan” askıya alınabilecek bir eylem
değildir (kesinlikle tematik-olmayan, ama gene de bir inanç eylemi). Esasında,
temel bir şey olabilecek herhangi bir “eylem” hakkında değil; sadece öznenin
eylemlerinden biri, esas itibariyle yenisiyle değiştirilebilir bir şey.
Husserl’e
göre, epoché’den sonra dahi,
bir ilgilenme eylemi bir ilgilenme eylemi olarak kalır. Tam da bu Heidegger’e
göre mutlak anlamda imkansızdır. Fenomenoloji, sonluluğun fenomenolojisidir; ya
da fenomenoloji yoktur.
Bu
çok basit ve temel bir fenomenden ileri gelir — Dasein’ın “olgusallığı”
fenomenine karşı. Eğer bu olgusallığı göz önünde bulundurursak aynı zamanda
Dasein’ın yapısının dinamiklerini de açığa çıkartmış oluruz; bir “dağıtım”ın,
bir “plan”ın ve dolayısıyla dünyanın tüm gelişmiş yapılarının dayandığı
atılmışlığın “fırlatmak” veya “atmak“ı.
Heidegger’in
bakış açısı şunun gibi olabilir: varlığın anlayışı, dünyayı segileyen anlayış,
bir “inanç” veya bir “tez” değildir, varlığın mevcut olduğu durumdur. “Uyanık
yaşam”ımızdan dolayı, genel ve tematik olmayan bir inanç eylemine dayanarak bir
inanç eylemini icra etmeyiz — dünyada da olmak tam da bizim varoluşumuzdur. Bu
olmadan hiç kimseyizdir, varolmayız. Husserl’in spekülatif indirgeme
teşebbüsünde dünyanın fiili karakteri açığa çıkmaz — çünkü dünyayla ilişkimiz
bir inanç eylemine, genel bir teze dayanmaz: Husserl’in teşebbüsü sadece
bilincin idealist karakterini ve onun “eylem” kuramını açığa çıkarır.
Dasein’ın
varlığının yolunda “olgusallık”, “hiçlik”ten ayrı tutulamaz. Olgusallık ve
“fırlatmak” elele gider. Dasein’ın olgusallığı, aynı zamanda varlığa da isnat
eden, “arkasında” olan ve dış dünyanın tüm ilave “kanıt”ını gereksiz kılan,
sona-ererliğinin ifşaatidir. Bu manada Heidegger’in felsefesi Alman
idealizminden bir uzaklaşma ve Kantçı bakış açısında bir derinleşmedir. Bu
yoğunlaşma Kantçı konumun tamamlanmamışlığı ve dogmatizmini gösterir — bu
esnada Heidegger’in fenomenolojik-ontolojik perspektifi kendinde ve kendisi
için tamamlanmıştır.
Diğer
taraftan Heidegger’in felsefesinin kendisini, temel ontoloji olarak yorumlanmış
aşkınsal felsefe vasıtasıyla, çok karmaşık bir aşma teşebbüsü olduğu da
söylenebilir. Sadece ve sadece anlaşıldığı ölçüde varlığın ‘var’olduğu
tecrübesine rağmen, bu anlayış varlığın zemini olarak, kısmi zemini olarak bile
tasarlanmaz, aksine: varlık, aşılamaz ilksel hakikat, açıklık, varlığın
anlaşılması için esas alınır. Böyle olabilir, fakat bu durumda ilk kez özerk
felsefi bir iş olarak insanın özsel tayin edilişinin açıklığa kavuşturulmasına ulaşılması zorunlu olacaktır. Bana
öyle geliyor ki tam da bu yüzden Merleau-Ponty, Ricoeur, De Waehlens ve öteki
fenomologlar Heideggerci perspektifle iktifa edemediler. Heidegger’in
felsefesinin tam da bu noktada, beden ve toplum sorununyla ilişkisinde kafaları
karıştırdığı açıktır. Heidegger’de bunların hepsinde gönülsüzce yazılmıştır ve
aslında metafiziğin terk edilişinin felaketiyle bağlantılıdır.
Heidegger
erken dönem felsefesindeki öteki hususları da geliştirmedi. Örneğin, bariz bir
şekilde çok önemli olan, sorumluluğun ‘‘olgusallık’’ fenomeni temelinde
yorumlanması teşebbüsü. Heideggerci felsefe sorumluluğu ontolojikleştirir ve, ipso facto, etik ve ontoloji arasındaki
modern farklılaştırmayı bertaraf eder. Bu ayrım çok kafalar karıştırdı, büyük
ölçüde modern yanlış ahlakçılığa yol açtı ve bu Nietzsche’ci ahlaka saldırının
da sebeplerinden biridir. Sorumluluk bir tür varlıkla ilişki değil, kendinde
Dasein’ın ontolojik bir özelliğidir. En önemli şeydir. Heidegger burada kısmen,
otantik anlaşılmış bir Aristo’nun adımlarını takip editor. Bununla birlikte,
eğer özel olarak ‘‘kişidışılık’’a (das
Man) ve bu perspektiften Dasein’ın tümüne – ölümün beklenimi, vs olarak-
uygulanacaksa, otantik olmayış çok dar ve hatta, belki de kendi bağlamından
kopuk ele alınmamış mı?
Bir
noktaya daha değinelim: bütün metafiziklerin Heideggerci reddini, -Vorträge
und Aufsätze’de özetlenmiş olan-
Heidegger’in “dörtlü” (das Geviert)
olarak dünya kavrayışıyla hangi yolla bağdaşatırabiliriz? Bana kalırsa, yeni
perspektifler açmada son derece anlamlı olan Heidegger’in felsefesi
gerçekleşiminden ziyade bir programdır. O kullanılmamış ham bir hamurdur çünkü
yaşadığımız çağda felsefe hiç de arzulanır değildir (biz gözlerimizi Avrupa’nın
batışına kapatırken, arzu edilemezdir).
Denilebilir
ki Heidegger’in felsefesi Husserl’inkinin tam tersi bir hastalığın pençesinde.
Husserl’in felsefesi ontolojik yuvarın idrakinden yoksundu, lakin savaş sonrası
dönemde psikologlar, sosyologlar ve birçoklarında büyük merak uyandıran ontik
fenomenler çokluğunu çözümleme yeteneğine sahipti. Heidegger’in felsefesi
ontolojik alanı yeni baştan tefrik eder ama yolunu gerisin geriye antropolojiye
götüremez.
Kanaatimce,
istesek de istemesek de varlığın sonluluğuna ve Dasein’a patikaların
açılmasıyla, Heidegger’in felsefesinin açığı pespektif bizi belirliyor. Tefekkürümün başlangıcına dönüyorum. Doğu da olduğu gibi,
Batıda da tedavüle girmiş, tarihle hususi bir ilişki aynı kaynağa işaret
ediyor. İnsanlar tüm mümkün
kitlesel baskı ve aşağılama türlerinden geçtiler ve yenilerine yönelmiş
durumdalar. Ve insanlar, şeffaf içsel zorunluluğu içinde tarihin nükseden
adımının bu zaruri ‘‘kurban ediş’’e vardığına dair mutlu inançlarından dolayı
tüm sorumluluktan muaf olduklarını düşünüyorlar. Eğer unutulmuş bir köşede
birisi hala tanrıyı bekliyorsa, ya da tarih özellikle insan için kavranıyorsa,
ki bunda insanlar kendilerini tarihin mantığının taşıyıcıları, yapılarının
ifadesi yapacaklardır ve kendilerini çok yukarılara yükseltirken alçaltacaklar
– tüm bunların hiçbir anlamı yok. Bununla birlikte hayatımızın motiflerinin her
durumunda tarafımızdan icat edilmemiş anlar, düşünceler vardır, ve tam da
buradan güçlerini devşirirler.
Varlığın
(ve tarihin) anlamına dair olan tüm bu şeylerle yüzyüze tahkikatte bulunmak ve
aynı anda varlığın ve Dasein’ın sonluluğunu hatıra getirmek– bu fevkalade bir şey.
çev. Selim Karlıtekin
No comments:
Post a Comment