Jean-Luc Nancy'nin Imm/Trans'ı (Polygraphy 15/6 [2004]) zannımca I. Dünya Savaşı'yla Sovyetlerin dağılışına kadar olan dönemin kapanışında felsefenin imkanlarına dair en damıtılmış metinlerden, 2 sf. MonoKL'un Nancy özel sayısına çevirdiydim -heyhat! bu tuğlalar kimseye ulaşmıyor. Takkeye gel!
İÇ/AŞ
Size ‘‘içkinlik ve aşkınlık’’ üzerine çok kısa bir
yazı yazmayı denedim. Zorunlu olarak, ele avuca gelmediğinden bu konudan
vazgeçtim. Eğer hakikaten içkinlik kendinde varoluyorsa [subsist] [1],
bu varlık kendinde ve kendinden, karşısında özerk olarak varolduğu bir dışarıyı
tanımlar. Var-olmak [sub-sister] bir şeyin altında konumlanmış olmayı ifade
eder. Bir töz ... tözü olduğunun tözüdür, ve yeri geldiğinde, ilineklerinin
tözüdür. Bir özne –subjectum- ...
eylemlerinin, bilinç durumlarının, vb. öznesidir; bir anlamda unutulmadığı
surette, ona hükmeden otoriteye ‘özne/mevzu’ [subject]. Varolmak olarak
içkinlik, önüne geçilemez bir dışarıya açılır.
Tam tersine
aşkınlık özneyi değil eylemi, varolmanın sınırlarını aşan hareketi belirtir.
Ama daha az önce tözün kendini, kendi sınırlarının ötesine –kendi varolmasını
riske atarak- açtığını gördük: eğer açılmazsa, eylem ve özellikleriyle dengede
kalacağına çözülüverir.
Fakat
aşkınsal eylem hiçbir yerde gerçekleşmez, çünkü tözün dışında sadece eylem tertibi
[l’ordre] varolur, dolayısıyla
aşkınlığın kendisinden bir şey; ya da nitelik tertibi var olur ki bu da
ilineksel [accidental] ve tutarsızdır.
Aşkınsamak ancak ve ancak totoloji olabilir: aşkınlık aşkınsar, ve hiçliğe
götürür. (Peşisıra görülür ki içkinlik içkinser [immane], fazlası değil).
Eğer
aşkınlık aşkınlığa götürüyorsa, kendine içkindir. Eğer içkinlik, eylemsiz ya da
teklifsiz bir hizmetçi olarak varolursa, kendinde çözülüverir. Her iki tarafta
da şeyin veya kavramın kökten ve mutlak bir patlaması varolur. Aşkınlık, kendi
hayaletinin ardından koşan kötü bir sonsuz gibi, kendini içkinser; içkinlik,
çürüyen bir ceset gibi, kendini fesheder.
Hayalet ve
leş, aşkınlık ve içkinliğin son iki, sonu gelmez figürleridir. İkisi de mevcut
değildir. Varolmak, varoluş, hayalet ve leşi –ölümü bir durum olarak temsil
etmenin iki yolu- görmezden gelir. Fakat ölüm bir durum değildir. Ölüm yoktur:
bizzatihi açığa çıkar, ve gerçekten de açığa çıkar.
Ölüm, sadece
ölüm ‘içkinlik’ ve ‘aşkınlık’a dair tüm spekülasyonları defeder. Ölümde, töz ya
da eylem gözden kaybolur: Eş zamanlı olarak, gelgelelim, ölüm varolmanın kendi
dışına olan tek geçidine şekil verir. Varolma kendisini varolma halinde tutan zarftan
kurtulur (dolayısıyla varolmak altında varolduğu şeyi başından atar) ve
varoluşa [ek-sistence] ya da
kendisinin dışında ‘durmaya’ [sistence]
ilerler. Tabiri caizse, diretmeye [insistence].
Ya ölümün içinde ya da ölüm vasıtasıyla (ölüm ince bir bariyer olduğundan)
‘olmak’ [sisting] tüm varolmalardan [insistence] ya da tutarlılıklardan [consistence] daha fazla diretir [insist]. ‘‘Aşkınlık’’ şimdi ‘‘içkinlik’’
olur, eldivenin parmağı gibi, içi dışına çıkmış.
Aynısını
‘sanat eseri’ dediğimiz şey için de söyleyebilirim. Bir şeyin sanat eseri
olduğunu nasıl anlarız? Sadece şu halde: Onunla yüzleştiğimizde, yüzleşmiş
kalamayız, biraraya geliriz, çarpışırız, çarpılmışızdır, bunun gibi zarfımızı kaybederiz,
eser kendini kaybeder -formlarını, özgülüklerini [manières].
Onun bizde geliştiği gibi, bizde onun içinde gelişiriz. Girer ve çıkarız. Her
zaman onun ve kendimizin mabeynindeyiz [entre-deux].
Çabucak bir ‘o’ olduğu kadar bir ‘biz’in (ya da ‘ben’in) olduğunu anlarız. Var-dır
-sadece, ne içkinseyen ne de aşkınsayan gerçeklik vardır- iyi-engel ya da
kötü-engel vardır, fakat takoz, ne içerde ne de dışarda olan takoz koyan engel,
yine de dikili bir bariyer: ölüm, doğum, aşk, söz (parole). Orada çarpışırız, çarpılırız. Kendimizde kalmayız,
kendimizi terketmeyiz. Tam da aradayız: bir tümseğe, bir yaraya, bir kan
pıhtısına varırız. Varlık oradan taşmış, şişmiş, gerilmiş çıkar. Ne suya içkin
su gibi akışkan, ne de dalgaları aşkınsayan yunus gibi zıplayan. Daha çok iki
su arasında donuk, sönük, kararsız bir Medusa gibi. Şüphesiz Medusa filozofa
korku salıyor.
Jean-Luc Nancy
Çev. Selim Karlıtekin
Çev. Selim Karlıtekin
[1]
(Çev.) sub-sistence’daki ‘sistence’,
‘sistere’den geliyor, bu da Hint-Avrupa kökenli bir kelime (*siste-‘den), ‘sistere’, ‘sisto’nun
şimdiki zaman mastar halidir. Mastar halinin isimleşmesi Heidegger (GA 40) için
felsefenin Yunan anından Roma’ya geçişine rastgelir ve modern Batı felsefesi bu
isimleşmiş, yani bitmek bilmez bir fiil olarak varlığın açığa çıkışının
unutularak önermenin öznesi ile fiili arasındaki bağa (is, est gibi copula’lar) indirgendiği bir felsefenin
devamıdır. Heidegger’in varlığın anlamını restorasyonu varoluştaki saklı imkanı
yazıya getirmekle olacaktır. Sisto ‘durma,
durmak, yer almak, beklemek, görünmek’ anlamlarına geliyor (-den halinden
yapılan isim statum, ‘statü’nün
kökü). Sisto’dan circum-stance, de-sistence, per-sistence, in-sistence,
ex-istence, sub-sistence.. türüyor. Metinde bu kelimeler arasında sürekli bir
git gel söz konusu, neticede ortaya çıkacak olan gerilimler ağı, Nancy’nin
‘tekil-çoğul olmak’la neyi kasttetiğini hem yazı hem usül, hem de üslup olarak
söylüyor. Bu hareketlerin çevirisi mümkün değil, bu yüzden parentez içlerinde
belirtmeyi uygun gördük.
Özgün Metin:
J'ai voulu essayer d'écrire pour vous un très bref essai sur votre thème, "immanence et transcendance." J'y
renonce, car le sujet s'échappe nécessairement. Si l'immanence, en effet, désigne l'être qui subsiste en soi,
cet être définit de lui-même un dehors par rapport auquel il subsiste de manière autonome. Sub-sister
implique d'être situé au dessous d'autre chose. Une substance est substance de … ce dont elle est substance,
ainsi que, le cas échéant, de ses accidents. Un sujet—subjectum—est sujet de … ses actes, ses états de
conscience, etc., à moins qu'il ne soit, en un sens oublié, "sujet" de l'autorité qui règne sur lui. En tant que
subsistance, l'immanence ouvre sur un dehors inévitable.
La transcendance au contraire désigne non le sujet, mais l'acte, le mouvement qui franchit la limite de la
subsistance. Or on vient de voir que la substance s'ouvre hors de sa limite, sous peine de ne même plus
subsister: car si elle ne s'ouvrait plus, elle se dissoudrait au lieu de rester posée sous ses actes et attributs.
Mais l'acte qui transcende ne passe nulle part, puisque hors de la substance il n'y a que l'ordre de l'acte,
donc de la transcendance elle-même, ou bien l'ordre de l'attribut, qui en tant que tel est accidentel et
inconsistant. Transcender ne peut consister que dans une tautologie: la transcendance transcende, sans
mener à rien. (On devine alors que l'immanence immane, sans plus.)
Si la transcendance conduit à la transcendance, elle est immanente à elle-même. Si l'immanence subsiste
comme suppôt sans actes ni ouvertures, elle se dissout en soi. D'un côté comme de l'autre, il y a implosion
radicale et absolue de la chose ou de la notion. La transcendance s'immanentise comme un mauvais infini
qui court derrière son fantôme, l'immanence se défait comme un corps qui pourrit.
Le fantôme et la pourriture sont les deux figures dernières et interminables de la transcendance et de
l'immanence. Ni l'un ni l'autre n'existe. Exister, l'existence, ignore le fantôme et la pourriture, qui sont deux
manières de représenter la mort comme un état. Mais la mort n'est pas un état. La mort n'est pas: c'est ainsi
qu'elle peut survenir, et qu'elle survient en effet.
La mort, la simple mort supprime toute spéculation sur une "immanence" et sur une "transcendance." Dans
la mort il n'y a plus ni substance, ni acte. Mais la mort forme en même temps le seul passage de la
subsistance au dehors d'elle-même: elle s'y dépouille de l'enveloppe qui la tient subsistante (elle se
dépouille donc de cela sous quoi elle sub-sistait) et elle s'y développe en ek-sistence, ou en "sistence" hors
de soi. En insistance, si l'on veut. Dans la mort ou à travers la mort (car la mort est une mince paroi) le
"sistant" insiste loin de toute sub-sistance ou con-sistance. La "transcendance" y devient "l'immanence"
même, retournée comme le doigt d'un gant.
J'en pourrais dire autant de ce qu'on nomme "l'oeuvre d'art." A quoi reconnaît-on une telle oeuvre? A ceci,
et seulement à ceci que devant elle on ne reste pas devant, mais on rencontre, on heurte, on est heurté, on
perd son enveloppe en même temps que cette chose, l'oeuvre, dépouille les siennes—ses formes, ses
manières. On se développe alors en elle et elle en nous. On entre et on sort. On est toujours dans l'entredeux
d'elle et de nous: assez vite on comprend qu'il n'y a pas plus de "elle" que de "nous" (ou de "moi"). Il
y a—
Il n'y a qu'un réel, qui n'immane ni ne transcende: c'est le heurt—le bon-heurt ou le mal-heurt, mais le choc,
la butée choquante contre ce qui n'est pas plus dedans que dehors, mais paroi dressée: la mort, la naissance,
l'amour, la parole. Là, on se cogne, on est cogné. On ne reste pas en soi, on ne sort pas de soi. Juste entre
les deux: on se fait une bosse, une ecchymose, un hématome. L'être en sort tuméfié, tumescent, distendu. Ni
fluide comme de l'eau immanente à l'eau, ni bondissant comme un dauphin qui transcende les vagues. Mais
glauque et incertain comme une méduse entre deux eaux. Cette méduse, assurément, épouvante le philosophe.
No comments:
Post a Comment